9 Haziran 2010 Çarşamba

Türkiye’nin İlk Kadın Fotoğrafçısı Yıldız Moran



YILDIZ MORAN ASAF İLE TANIŞMASINI ANLATIYOR

Ülkemizin ilk eğitimli kadın fotoğraf sanatçılarından olan Yıldız Moran; yurtdışında eğitimi sırası ve sonrasında açtığı sergiler ile tanınır; Cambridge’de açtığı tek bir sergide bir günde 25 fotoğraf satmışken; ülkesinde çok sevilen ve beğenilen fotoğraflarından bir tanesini bile satamamıştır.

Fotoğrafçılıktan yeteri kadar para kazanamadığını görünce, yılbaşı kartları bastırıp satmaya karar verir. Bu kararı aldığı en önemli kararlardan biridir belki de. Çünkü Yıldız Moran, kartları bastırmak için gittiği matbaada hayatını değiştirecek insanla, Özdemir Asaf ile tanışır:

‘’ Yaşamımı sürdürmek için para kazanmam gerekliydi. Yılbaşı kartları yapıp satmak, para kazanmamı sağlayabilir diye düşündüm. Anlaştığım matbaa çok kötü basmıştı kartlarımı. Tam umutsuzluğa düşmüşken, bir arkadaşım Özdemir Asaf’ı önerdi: ‘Hem şairdir, hem de titiz ve güzel baskılar yapar’dedi. İş konuşmak için Özdemir Asaf’ın matbaasına gittim.
Tarihini de verebilirim:
4 Kasım 1954, saat 11:00
Kelimelerle dile getirmek zor. Duygulu, kibar, hiç görülmemiş ve bir daha göremeyeceğim bir insandı. Pırıl pırıl bir zeka, renkli, yepyeni, bambaşka bir dünyaydı o. Olağanüstü bir insandı kısacası…’’

Kaynak: ‘’Türkiye’nin İlk Kadın Fotoğrafçısı Yıldız Moran’’ Ses Dergisi, 25. sayı, 25 Haziran 1983

15 Nisan 1995 de dünyadan ayrılan Yıldız Moran Arun’u ve eşi Özdemir Asaf’ı bugün Aşiyan’da ziyaret etmek isterseniz şu şiir karşılar sizleri:

İkilem
Sevgi ise, sevişeceğiz seninle..
Kavga ise, dövüşeceğiz seninle..
Ölümü de paylaştığımız yaşamda
Ortaklaşa bölüşeceğiz seninle.
Özdemir Asaf

fotoğrafçı kadın olabilmek...




Fotoğrafçı kadın olabilmek...Fotoğrafı çekilen değil de fotoğrafı çeken kadın olabilmek ya da fotoğraf üzerine kafa yoran kadın olabilmek...Olabilmek: Barthes'ın punctum'u gibi değil mi? Yaralı, delip geçen bir süreç olabilmek de! Hele ki kadına yüklenen daha doğrusu biçilen rollerin onu ezip geçtiği bir yerde ve zamanda. Böyle bir yerde ve zamanda düşler kurup düşüne sahip çıkabilmek kadar değerli olan bir şeyler daha var. Olabilmek için onaya mı ihtiyacın var? Bu onayı verecek olanlar kimler? Neden sorularını arka arkaya sormaya başlarsan engellenirsin...

Evinde oturmadığın için suçlusun. Gezdiğin için suçlusun. Düşündüğün için suçlusun. Altından kalkabilecek misin? Neden altından kalkmak zorunda olalım ki? Umursamayalım...Umursamamakla çözülseydi keşke.Öyle bir yerde ve zamandayız ki olabilmek meselesi tehlikeli. Ev kadını ol! İş kadını ol! Ama sakın olanaklarının farkında olma...Olabilemezsin!

Fotoğraf makinemden utanmak istemiyorum. Kendimden utanmakla başladığım utanma yolculuğu bitsin istiyorum. Ben kadınım! Ben güzeli sorgulamaya çalışan bir kadınım. Dur orada arkadaşım demesinler bana. İçimdeki ses dur derse o daha da fena. Kırmızı ışıklar var sürekli. Tabular... Olabilmenin büyüsünü yaşamamıza engel tabularımız var. Fotoğraf makinemden utanmak istemiyorum. Siz o karenin içine girdiğinizde amacım sizi o kareye sığdıramamak aslında! Yaşanılan utanç dolu savaşlar, töre cinayetleri var. Amacım başarılı olmak olmamalı. Çünkü böyle bir dünyada yanılmak daha iyidir her zaman. Aklın çıkarlar peşinde koştuğu ve duyguların da ona ayak uydurduğu bu zamanda fotoğrafçı kadın olabilmek hem aklı hem de duyguları çıkardan uzaklaştırabilmek demek değil mi? Böyle bir dünyada yaşarken herkes isminizi duysa ve ne kadar başarılı deseler ne değişir ki sizin için? Oysa siz başka kadınlara olabilmeyi anlatabilirseniz çok şey değişmez mi?

Canla başla olabilmek…Sanatçı olabilmek. Olabilmenin farkında olmak…Tüm bunlar önemsiz görünebilir ilk başta. Yüzeysel bakarsanız önemsizdir. Derin düşüncelere dalmanız engellenecektir size doğal gibi gelen yapaylıklar tarafından. Siz engellenmelere rağmen canla başla olabiliyor musunuz? İç meselelerinizin içinde körelmeniz için o kadar çok zamanınız var mı? Kendime de soruyorum bu soruyu. İç meselelerin çözülmesi belki de sizin dışarı dediğiniz yere bakmanızla mümkündür ve bu dışa bakışı fotoğraf makinenizle yapabilirsiniz. Saygıyla dışarı baktığınızda iç meselelerinizin önemsizliğiyle karşılaşabilirsiniz ve bu sizin kendinizi kötü hissetmenize neden olabilir. Bu noktada dikkatli olalım.

Kitaplar okumadan, okuduklarınız üzerinde düşünmeden ve tartışmadan da bakabilirsiniz dışarıya ama bu noktada da tuzaklar var. Kitaplar ya da bir konu üzerinde bilgili olmak onu her açıdan tanıyabilmektir ve bu da önyargıyı ortadan kaldırır. Fotoğrafçıysanız meseleniz var demektir. Fotoğrafçı kadın olabilmek ise meselenizi derinlemesine ve duyarlılıkla ele alabilecek kadar cesur olmanız demektir. Bir konuyu derinlemesine ele almak için iç meselelerinizle yetinmemelisiniz. Yetinmemeliyiz.

Başka kadınlara olabilmeyi anlatmak istiyorsunuz ama bunu sadece sözcüklerle yapamazsınız. Eylemlerinizle ve eylemlerinizin ardındaki niyetle de ilgilidir bu. Çoğu zaman hayal kırıklığına uğramanıza rağmen olabilmenin tek başınalığı sizi sürekli rahatsız ediyorsa mücadele etmelisiniz. İçinizdeki bir ses sen elinden geleni yaptın diyecektir sürekli. O ses yanıltıcıdır. Çünkü bu yerde ve bu zamanda yapabileceklerinizin sonu yoktur.

yasemin şenyurt
2010 ankara

Aşkın ve acının heykeltraşı, Camille Claudel



mujdearslan yazdı:


15 Kasım 2009 Pazar
Aşkın ve acının heykeltraşı, Camille Claudel

Günlerdir rüyamda Camille Claudel'i görüyorum; taşla kavga ederken, Rodin'i izlerken, ağlarken... Günlerdir bilinçaltımda taşıyorum onu. Camille önce filmiyle, sonra biyografisiyle girdi dünyamıza, onu hep sevdim; bir erkeği sevebilecek kadar cesur olduğu için, erkeklere, yaşadığı zamana meydan okuduğu için, 30 yıl akıl hastanesinde yalnızlığı derinlerde yaşadığı için ve en çok da çektiği tüm acılara rağmen savaştığı için... O, kadınların hüzünlü yüzünün simgesi oldu. Camille'i bugünlerde tekrar izlemenin, okumanın, hatırlatmamızın nedeni ise, ünlü heykeltraş Rodin'in Emirgan'daki Sakıp Sabancı Müzesi'nde açılan sergisi... Trajik bir öykünün acı, öfke, ihanetle hatırlanan iki mutsuz kahramanı Rodin ve Claudel.
Rodin'in heykelleri yalnız gelmedi İstanbul'a. Aşkın sonsuzluğu böyle tanımlanabilir belki de; bir aradayken yitirilenin, ayrılık ve acı çekerken ölümsüzleşmesi. Tıpkı Claudel'in ve Rodin'in heykelleri gibi... İkisi de acıyı nakşetti taşlara. Rodin, taşın fazlasını atınca kalan olarak tanımladı heykeli, Camille Claudel ise çamurun ruhunu gördü.
Bir erkek, bir kadını asla var etmez; kadının varoluşu ancak kendi elindedir. Camille ve Rodin'in hikayesi bu önermeyi doğruluyor. Claudel, Rodin'in sevgilisi, Paul'un kızkardeşi değildi sadece, o sanatıyla yıllar sonra varolacak, düşüncelerinden taviz vermeyecek, sanatını, aşkı ve acıyı tutkuyla yaşamış sanatçı bir kadındı. Erkeklerin yaptığı bir sanat olarak bilinen heykel, bir kadının elinde acıya ve aşka dönüştü. Çağımızın Mikelanj'ı denilen Rodin'in öğrencisi, rakibiydi Camille. Mektuplarında her defasında Rodin'in onu ölümünden sonraki en büyük sanatçı olduğu için gözden uzak tuttuğunu söyledi. Ömrünün son 30 yılını her gün yalnızlığı biraz daha derinden hissederek ve Rodin'e öfkesini büyüterek bir akıl hastanesinde geçirdi. Deliliğin sınırlarını sorgulatıyor Camille'nin yaşadıkları... Yazdığı her kelimesi bir kurşun ağırlığındaki mektupları, ince bir zekanın ürünleri. Peki nasıl oldu da, akıl hastanesinde böylesine ölümüne tek edildi?
Sevgi ile nefretin ince sınırında, Rodin'i 'delicesine' sevdi Camille. O'nu bu kadar yıl, tüm bu acılar ve yalnızlık içinde yaşatan da içindeki bu hiç dinmeyen tutkusu oldu. Bu ilişkide bir tarafız; çünkü Rodin erkeği, egemeni temsil ediyor; ruhunu hırpaladığı, yaşamını altüst ettiği ise bir kadın. Kadınları seven ama asla dünyasına yaklaştırmayan Rodin'in sayısız kadını oldu. Ancak kendisinden yirmi dört yaş küçük bir heykeltıraş olan Camille Claudel'le yaşadıkları hiç unutulmadı. Bunun sebebiyse, bu trajik öyküden doğan ve iki heykeltraşın savaşına şahitlik eden heykeller...
Rodin, bir grup genç kadına heykel dersi vermeyi kabul ettiğinde karşılaşmışlardı. Camille daha 18 yaşındaydı. Biçimli kaşları, etli dudakları, iri yapılı yüz hatları ve melankoli taşıyan gözleriyle Camille, daha sonra Rodin'in birçok heykelinin de modeli oldu. Ve, uzun sürecek sarsıcı bir aşk başladı. Rodin, genç heykeltraşı asistanı olarak yanına aldı. Rodin'in heykellerinin bedenleri ve yüzleri öylesine gerçeğe benzerdi ki, 'modellerinin kalıplarını çıkartarak' yapmakla suçlanmıştı. Camille ise elleri ve ayakları yapmadaki ustalığıyla nam salmıştı. Rodin'in en ünlü heykellerinden biri olan 'öpüşmenin' bu aşktan doğduğu bile söylenir.
Rodin, yıllardır birlikte yaşadığı Rose'dan ayrılmaya yanaşmıyordu. Camille ise 'Senin tarzından fazla etkileniyorum, kendi tarzımı yaratmakta zorlanıyorum' diyerek, İngiltere'ye arkadaşlarının yanına kaçtı. Yanında hiçleşen, uzağında ise acı çeken bir kadın... Üretimlerinin dinamiğini oluştururken, bir o kadar acıtıcı bu hikayenin bir benzeri Sylvia Plath ile Ted Hughes; Frida Kahlo ile Diego Rivera ilişkisinde de görülüyor.
Rodin'den ayrılan Camille, aşklarının meyvesi olan heykelleri kırıyordu. Acılarla dolu bu büyük aşktan Rodin sanat tarihinin en erişilmez başarılarına doğru yürüdü. Camille ise bir akıl hastanesine doğru. Bir gün Camille'in şair olan kardeşi, ziyaretine geldi, yaşadığı evi, yığılmış çöpleri gördü, sürekli bir şeyler sayıklayan ablasını hastaneye yatırdı. Camille ölene kadar orada kaldı. Rodin'in heykellerini çaldığını söyledi.
Onun Rodin'den daha yetenekli bir heykeltıraş olduğunu söyleyenler çıktı. İkilinin hikayesi defalarca ve değişik biçimlerde anlatıldı. Rodin, defalarca genç sevgilisinin yüzünün heykelini yapmıştı. Daha sonra yaptığı kadın heykellerinin çoğunun ise yüzü gözükmüyordu.
Bu hikayenin diğer mağdur kadını da, Rodin ile yetmiş yedi yaşındayken evlenen, yıllarca hep aldatmasına rağmen hiçbir zaman ayrılmadığı ve hep sadık kalan Rose Beuret oldu. Rose, evliliklerinden bir ay sonra, 'Rodin'in karısı' olarak öldü. Bir tarafta asi, erkekle rekabet içinde bir kadın olan Camille, diğer tarafta sadık, adı hiçbir zaman 'Rodin'in karısı' sıfatının ötesine gitmeyecek olan Rose. Erkekler kadını var edemez, kendi kadınlarını yaratmak isterler. Camille'nin taşı yontulmayacak kadar sert olduğu için belki de Rodin Rose'u tercih etmişti.
Rodin de Rose'un ölümünden on ay sonra öldü. Camille ise onun ölümünden sonra yaklaşık otuz yıl daha akıl hastanesinde hayatını sürdürdü. Heykel yapmasına doktorlar izin vermedi. Ailesi hastaneden taburcu edilmesini istemedi. O ise bir ölüye kızarak ve heykellerinden uzak yaşadı.
Vals', 'Olgunluk Çağı', 'Kayıp Tanrı', 'Geveze Kadınlar', 'Sakuntala' gibi önemli yapıtlara imza atan Claudel, biraz kibirle ama hep sert yaşadı, oysa yaşamı yontabilirdi. Akıl hastanesinde, 'Bu kadar yalnız kalmak için ne yaptım ben?' diye soran Claudel, 19 Ekim 1943'te yaşama veda etti.
Günlerdir bir rüya görüyorum, akıl hastanesinde sandalyede oturan bir kadın.. Hiç gelmeyeceğini bildiği birini bekliyor.

Not: Bu yazı ilk kez Gündem gazetesinin kadın ekinde 2006 yılı Haziran ayında Rodin'in İstanbul'daki sergisi dolayısıyla yayınlandı.

http://mujdearslan.blogspot.com/2009/11/askn-ve-acnn-heykeltras-camille-claudel.html

SAPPHO ŞİİRLERİNDEN





MOR KÂKÜLLÜ, BAL GÜLÜŞLÜ SAFO” / Sappho

ONUNLA
Onunla tatlı tatlı fısıldaşırken
sevecenlikle gülümserken ona,
büyülersin tanrılaşan erkeğini
yüreğin paramparça dağılır oysa.

Nasıl da tutulur dilim bir bilsen
sesim kısılır, kulaklarım uğuldar,
hüzünle buğulanır gözlerim,
titremeye başlar terli bedenim,
yemyeşil kesilirim otlar gibi,
küçük ölümle yüzyüze gelirim.

Ama karşında böyle umarsız kalsam da
Cesaretle katlanmalıyım tüm acılara.

IŞILTILAR
Dolunaya dönüşüp parlayan ay
tüm yeryüzünü aydınlatınca
hemencecik gizler ışıklarını
çevresinde gezinen yıldızlar.

ARZU
Seni düşününce eriyip gidiyor yüreciğim.

SELAM YİRİNA!
Daha nice çok selamlar yollarım sana,
tek başıma yaşadığım yıllar kadar
senden çok uzakta

ÖLDÜĞÜN GÜN
Unutacak seni bütün dostların
çünkü nasibin olmadı hiç Perya gülünden;
ölüler de bakmayacak solgun yüzüne,
Hades’te de yapayalnız kalacaksın.

HİÇ SANMIYORUM
Gün ışığını bir daha görebileceğini
sencileyin bilge bir bakirenin.

ŞÖLEN
Şölen başladı, nektarlı şarabınla
çiçekler takınıp gel bana Kıbrıslı,
altın kadehlerde sun güzelliğini.

EN GÜZEL
En güzel şarkılarımı sunacağım bugün
en güzel körpecik sevgililerime.

SAPPHO
(Türkçesi : Gönül Gönensin)

Şair Kadınlar, Atalar, Neneler, Diller, Dinler Ve Şiir-Gönül İlhan yazısı




Gönül İLHAN yazdıŞair Kadınlar, Atalar, Neneler, Diller, Dinler Ve Şiir
Dünyanın bütün dillerinde kadının ikinci sınıflığından dem vuran atasözleri, deyimler ve erkek önyargıları mevcut. Konusu ne olursa olsun mutlak bir şekilde iktidar alanının dışını işaretleyen ayrımcılığın varlığını en insafsız ve yaygın haliyle sürdürdüğü alanların başında dilin geldiğini söylemekte bir sakınca olmasa gerek.

Gönül İLHAN İstanbul - BİA Haber Merkezi01 Mart 2008, Cumartesi "Söyle aydaki o şarkıcı yankıya/tekrarlasın benim şarkımı sana" (1)

Her duruma uygun söz söyleyen "ataların"; kadın konusunda kurdukları cümlelerde “sayıca pozitif, anlamca negatif” ayrımcılık uyguladıkları hepimizin malumudur.

“Kadının sırtından sopayı karnından sıpayı eksik etmeyeceksin” gibi cinsel ayrımcılığı meşrulaştıran sözlerindeki asıl taleplerinin iktidar olduğu da, görünen köy misali klavuz istememektedir.

Başka toplumların; “karşıdan iki kişi geliyor sandım, meğer bir adamla karısıymış”(2) ve benzeri sözlerine kulak verdiğimizde, dünyanın bütün atalarının, iktidar ve kadın konusunda hemfikir olduklarını, adeta “sınırlar ötesi bir atalar insiyatifi” olarak çağlar boyu ortak bir faaliyette bulunduklarını düşünmeden duramıyor insan.

Dilin işaretlediği kadının bekaretidir

Çünkü dünyanın bütün dillerinde kadının ikinci sınıflığından dem vuran atasözleri, deyimler ve erkek önyargıları mevcut. Kadını aşağılayan bu sözleri söyleyen bütün dillerin ortak özelliğiyse; erkek egemen bir bakış açısına sahip olmaları.
Konusu ne olursa olsun mutlak bir şekilde iktidar alanının dışını işaretleyen ayrımcılığın varlığını en insafsız ve yaygın haliyle sürdürdüğü alanların başında dilin geldiğini söylemekte bir sakınca olmasa gerek.

Saçı uzun, aklı kısa, eteği eksik bulunan kadınlar birçok dilde; sadece bekaret durumuna vurgu yapan iki sözcükle; kadın ve kız olarak adlandırılıp, cinsel içerikli bu iki sözcükle baştan işaretleniyorlar.

Dil kadın cinsine karşı bu denli acımasız ve ayrımcı olur da din geride kalır mı?

"Beni kadın yaratmadığın için sana şükürler olsun Allahım” diyen ortodoks musevi erkeklerin duasından tutunda, kadını erkeklerden aşağı, itaatkar ve dövülebilir gören islamiyete (3) kadar bütün dinlerde, bu aşağılayıcı mantığın bol miktarda örneklerini bulabiliriz.

Zaten dinlerin bu denli taraflı olduğu bir yeryüzünde, insanların kadını ikinci sınıf görmesinden daha doğal ne olabilir ki?

Nene sözlerinin duyulmayışı

Bütün bu olumsuz gerçeklere karşın, insan yine de merak ediyor; atalarımız hep konuşurken, nenelerimiz hiç mi söz söylememişler? Yoksa sesleri duymazdan gelinip, sözlü yazılı kültüre giremeden silinip gitmiş mi? diye.

Bu soruların yanıtı ne olursa olsun, sesi ve dili atalarınkinden farklı duran; ninni, mani ve ağıtların anonim olarak adlandırıldığını göz önüne alarak, bunları söyleyenlerin hepsinin adı nasıl oldu da unut(tur)uldu? Kadının adı olmasa da sesi; ninni, mani ve ağıtlarda bütün berraklığıyla duyulmuyor mu? diye de sormak gerekmiyor mu ayrıca?

Evet, bu yazının konusu şair kadınlar ve; Kadınlar kendi sesleriyle şiir yazabiliyorlar mı? Roman ve öyküde daha önemli yapıtlara imza attıkları halde şiirde sesleri kısık mı? gibi soruların yanıtları üzerine niyeti iyi bir bellek araştırması olarak okunması gerekiyor.

Genel olarak sanatın, özel olarak da şiirin olmazsa olmaz koşulu özgürleşmiş bireydir.

Ve fakat yukarda kısaca özetlemeye çalıştığım gerçekler, kadının özgürleşmesinin önünde ne çok engel olduğunu net bir şekilde gösteriyor bize.

Şimdi isterseniz, şair kadının yolunu kesen engellere kısa alt başlıklar halinde göz atalım:

Şair kadın öncesizdir, geleneksizdir

“Benim sözüm henüz bitmedi.

Bana düşmanca bir yargı geliyor

Benim ellerim kavuşamıyor.


Ben Nahha’nın parlak ve yüksek rahibesiyim

An tarafından sevilen kraliçem,

Kalbin bana acısın! “


Dünyanın bilinen ilk şair ve yazarı olan Sümerli ay rahibesi Enheduanna böyle sesleniyor MÖ. 2400 yılından. Enheduanna’nın kayıtlı 43 adet şiiri ve kil tabletlerdeki yazıları kalmış bugüne (4). Böyle önemli bir başlangıçtan sonra şair kadınlardan gelenek oluşturabilecek şiirler gelmiyor günümüze. Yazmamış olmaları mümkün mü?

“Ne bir türkü söylenirdi

Biz katılmadan

Ne bizsiz çiçek açardı ilk yaz”

diyen Saphho (5) MÖ 7. yüzyılın sonu ile 6.yüzyılın başında Midilli’de yaşamış.

Toplam 9 şiir kitabından çoğunun dar görüşlü din adamları tarafından yakıldığı düşünülen şairin çok az sayıda şiiri günümüze kalabilmiş.

Sadece 6 tane şiirine ulaşılabilen Sulpicia (6) M.Ö 1. yüzyıldan şu dizelerle sesleniyor bize:

“En sonunda aşk geldi. Daha da fazla utanacaktım

örtülerin altına gizleseydim onu çıplak bırakıp

Hoşnudum günahkar biri olmaktan ve nefret etmişimdir hep

dedikodu olmasın diye maskeyle dolaşmaktan”

Duygularını böyle özgürce anlatan Sulpicia’nın, şiire kişisel sesi getiren Sappho’nun ve ille de ilk şair Enheduanna’nın ışıltılı dizeleri bize, şiirleri günümüze ulaşamayan başka şair kadınların da olduğunu gösteriyor.

Bu durumda, kadınların yazdıkları yok sayılmış ya da kıymeti bilinmemiş ve de bu nedenlerle şair kadınlar için bir gelenek oluşamamış yargısına varmamız zor olmuyor. Bu geleneksizlik halinin, şiirde kadının sesini olumsuz etkilediği ise, tartışma götürmez bir gerçek.

Kadının duygularını göstermesi hoş karşılanmaz

Bu durumu açıklayabilmek için tarihe başvurmaya gerek yok. Çünkü günümüzde bile; bir şiirin kumaşını dokuyacak duyguların çoğu, aşk olamadan yok edilir kadınların kişisel tarihlerinde.

Toplumsal rollerin getirdiği sınırlar nedeniyle kadınların kişisel tarihleri; başlayamamış, yarım kalmış, geç kalınmış, günah sayılmış, yasaklanmış duyguların ve aşkların cesetleriyle doludur.

Yaşanamayan an’ların, söylenemeyen sözlerin, yazılamayan ya da yazılıp yırtılan aşk şiirlerinin gömüldüğü bir mezarlıktır kadınların belleği çoğu kez.

Ki çoğu kadın ıslık çalmayı bilmediğinden olsa gerek, uzak durur kendi içindeki; gizli saklı, yarım yamalak yaşanmış ya da sadece düşlenmiş aşklarının gömülü olduğu kişisel mezarlığından.

Ve muhtemelen onların varlığıdır, kadın diline çokça musallat olan hüznün sebebi.

Kadının özgürleşmesi istenmez

Şair kadının en büyük dezavantajı; din ve geleneğin katı kurallarına hapsedilip, ikinci sınıf görülmekten dolayı özgürleşmesinin önündeki engellerin çokluğudur.

Özgürleşemeyen bir kadının, erkek adlarına yazılmış şiirlerinin gün yüzüne çıkması durumunda olabilecekleri hep birlikte hayal edelim isterseniz;

a. Şair kadını babası vurur ya da yaşı küçük oğluna vurdurur.

b. Evli ise kocası ya vurur ya boşanma davası açar.

c. Bir takım medya aile bireylerini etkisiz hale getirip, yazdıklarından dolayı kadının cinsel kimliğini aşağılamaya kalkar.

Bakınız Neşe Yaşin örneğine.

Evet, özgürleşmenin, sanatın bütün dalları için önkoşul olduğunu unutmadığımızda, sanatsal yaratı için kadının aştığı/aşacağı yolun uzunluğu ve zalimliği aşikar.

Şiirin sadece nesnesi olmamakta kararlı şair kadınların ve öznesi oldukları şiirlerinin çoğalması ise kadınların, yüzyıllar boyu önlerine sürülen engelleri aşmakta kararlı olduklarının en büyük göstergesidir.

Yoksa nasıl duyabilirdik Füruğ’un “su gibi kendi çukurunda kuruyabilir insan” (7) dizesindeki çığlığını?

Yoksa nasıl içimize işleyebilirdi ”zalim beni söyletme derunumda neler var” diyen Leyla Hanım’ın (8) kederi?

“şiir söyleyince o büyük sözü

Ya kurşuna dizilecek bütün şairler

Ya da barış inecek toprağa” (9) diyen Neşe Yaşin’in hüzünlü sesi nasıl ulaşırdı gönüllerimize?

“Sevişmek bir sarmaşığın kalbiyle düşünmektir.” (10) diyen Bejan Matur’un; “Ve bir çiçeğin taze aklıyla uyandı aklım” dizelerinde dile gelen duyguların güzelliğini nasıl işitebilirdik?

“Dün gece sen uyurken

Çiçeklere su verdim

Ve insanların korkunç

Öykülerini anlattım onlara

Dün gece sen uyurken

Yüreğim bir yıldız gibi bağlandı sana

İşte bu yüzden, sırf bu yüzden

Yeni bir isim verdim sana

Destina” (11)

Diyen Lale Müldür’ün sesi diğer şair kadınların sesleriyle bir olup yaşadığımız coğrafyadan yola çıkarak, dünyanın bütün kulaklarına ulaşmaya nasıl talip olabilirdi, şiirde kadının sesi olmasa? (Gİ/EZÖ)



(1) Sulpicia; Ayten Mutlu; “Akdeniz, Şiirin Tanrıçası” yazısı
(2) Konfüçyus
(3) Nisa Suresi
(4) Muazzez İlmiye Çığ “Tarihte İlk Kadın Şair” makalesi
(5) Sappho Şiirler/Alaz yayıncılık/ türkçesi; Cevat Çapan
(6) Ayten Mutlu; “Akdeniz, Şiirin Tanrıçası” yazısı
(7)Furuğ Ferruhzad’ın/ Ve Yaralarım Aşktandır kitabı, Kurma Bebek şiirinden/ Türkçesi;Haşim Hüsrevşahi/ Öteki Yayınevi
(8) Leyla Hanım (…./1847)
(9) Neşe Yaşin’in “Büyük Söz” şiirinden
(10) Bejan Matur’un “Aşk İçin Gece” şiirinden/Adam Sanat Nisan 2000
(11) Lale Müldür’ün “Destina” şiirinden