30 Mart 2011 Çarşamba

Yüzleşme



Bugün üzerine düşünürken daha çok okuma yapma gereği duydum ve yıllar sonra elime K.Horney’in Ruhsal Çatışmalarımız kitabını elime aldım. Çok iyi oldu. Sürekli çelişkilere bağlıyordum her konuyu. Bu da çelişki ve böyle yaşamaya alışmalıyız diyordum sanki. K. Horney içime su serpti. Çünkü kitabın ilk sayfasında “ …kendi içimizdeki çatışmalar da insanın bütünsel bir parçasıdır” açıklamasını yapıyordu. Çatışmaları çözüme bağlamak için bu çatışmaların farkında olmak gerektiğinden ve çatışmanın farkında olduğumuz zaman da çelişen konulardan birinden vazgeçecek yürekliliğe sahip olmak gerekiyordu. Vazgeçmek o kadar da kolay değildi Horney’e göre. Ama daha da önemli bir şey söylüyordu Horney. Ona göre İÇSEL ÖZGÜRLÜĞÜN SIRRI çatışmalarımızla yüz yüze gelmekti.

İnsan doğasını anlamaya ve kavramaya çalışmak zor. Bkz: Yeraltından Notlar
Çatışmalarımızla yüzleşebiliyor muyuz? Camille Claudel çatışmalarıyla yüzleşmiş ve Rodin’den ayrılma kararı almıştı. Bedelini de ödemişti: Aç kalarak, sevgisiz bırakılarak, heykelden uzaklaştırılarak. Geç kalmıştı belki karar vermekte ama hangimiz her zaman doğru kararları doğru zamanlarad alabiliyoruz ki? Edebiyat hocamı hatırladım. Bana bir mektup yazmıştı ve sonunda şöyle diyordu: Mükemmel yoktur, mükemmele yaklaşma vardır. Bence Camille mükemmel bir kadındı. Belki de pozitif ayrımcılık yapıyorum. Olsun o kadar değil mi?

Rodin sevgiyi yansıtan her heykelinde Camille’in yüzüne yer vermiş. Gerçek yaşamda ise onun yanında duramamış bir adamdı. Zıtlıklar, çelişkiler,çatışmalar…Ama hangimiz Rodin’in acı çekmediğini söyleyebiliriz ki? Dönüştüremediği kendi yaşamıydı sonunda.
Çatışmalarının farkında olup vazgeçmemişti Rodin. Seçim yapamamıştı…Kurduğu düzenden vazgeçmekten korktu.
İlişkiler ah ilişkiler!
Güzelin çirkinle iç içeliği…
Ve devrim(Bkz: Mülksüzler)
Ve acıyla yüzleşme!
“Nedenler bulunur ve geçiştirlir acılar” yazmıştım. Yüzleşme ne güzel bir sözcük ve ne güzel bir eylem!
Maskesiz olabilirsek…
Yasemin Şenyurt-2011

vücuduma yabancı


Kendi vücuduna yabancı kalmış bir ruh aslında kendine de yabancıdır hep. İlkbaharın neşesine katılamıyoruz. Ağaçları içimizden geldiği gibi öpemiyor ve kendimizi çimenlere bırakamıyoruz. Çocukların peşine takılıp bilinmezliğe doğru gitmekten ölesiye korkuyoruz. Kendi vücudumuz da bizim için o kadar belirsiz ki... Göğüslerimize bile bakmaktan utanıyoruz belki zaman zaman. Bacaklarımıza dokunamıyoruz. Sanki biri tüm bunları engelliyor. Aklımız mı toplum mu kurallar mı? Belki de hepsi. Vücudumuza yabancı kaldıkça itaati benimsiyor ve sessizliği seçiyoruz.
Hizmet etmeye hazır olmamız için çıplaklığımızdan ürkmemizi istiyor sanki birileri. Ayıp sözcüğüyle beynimizin içine işleniyor yasaklar ve sonra biz o yasakları her gün kendimize ve arkadaşlarımıza benimsetiyoruz. Kendimizi başkalarının onayına ve sevgisine teslim edince rahatlıyoruz. Bir erkeğin bizi sevmesinin kendimizi doğru, iyi ve güzel yaptığına öyle inanıyoruz ki komik durumlara düşüyoruz.
Kendi vücudumuzdan korkuyoruz. Aynanın karşısına geçip kendi vücudumuzla ilgilenme isteği bile duymuyoruz. Sanki vücudumuz tüm eylemlerimizi ve düşüncelerimizi yadsıyacak gibi geliyor. Vücudumuzla barışık olmayı başarmak bu kadar zor olmamalı. Kendi isteklerimizi yadsımayı öğreniyoruz aslında en başta vücudumuzdan korkarak. Bunu vücudum istediğine göre var bunda bir şeytani yan diyoruz. Yok !Bunu nasıl anlatacağız kendimize? Vücudmuzun isteklerinin değerli olduğunu nasıl benimseyeceğiz? İş en temel isteklere gelince –yemek ve su gibi- onları doğal buluyoruz ama yine de değerli bulmuyoruz. Vücudumun isteklerinin değerli olduğunu benimseyebilirsem aslında çok başka bir yaşamım olacak.
Sevilmek, kabul görmek, onaylanmak istekleri ağır bastıkça çıplaklığımızı yadırgamaya devam edeceğiz. En güzel giysileri arayacağız. En güzel kokuları tüketeceğiz. Elbette güzel görünmek önemli olabilir. Övgülere insan zaman zaman ihtiyaç duyabilir. Sevilmeyi sevmekten daha anlamlı bulduğu anlar olabilir. Ancak kendi vücuduna yabancı kalmak yaşama da yabancı kalmakla sonuçlanır.

üf!


Kalbimi kemiren korkuyla baş edebilirdim. O korkunun tuhaf turuncu köşeleri olmasaydı daha kolay olacaktı işim. Olsun diyordum bunun da üstesinden gelebilirim. Bu korkunun adı sanı yoktu. Benim adım vardı. Ondan üstündüm, hızlıydım ve güçlüydüm. Erkekler gibi konuştuğumu hissedip kendime çeki düzen verdim. Ondan narindim, duyarlıydım ve ayrıntılara düşkündüm. İşime öyle geldiği için değil de içimden öyle geldiği için davranmayı yeğledim. Bundan sonra da değişeceğimi pek sanmıyorum. Korkumun kaçıp gitmesini istemiyordum. Korkunun tuhaf turuncu köşelerine kurulmak da…Korkumla nasıl bir ilişkim vardı? Benim kalbimi kemirmesinden başka onun hakkında bilgim var mı? Yok…
Korkuma şekil vermek istiyorum. Onu yoğurmak ve ona şekil vermek…Hangi kıvama geleceğini de pek bilmek istemiyorum. O bana şekil veriyor mu? Elbette. Tırtık tırtık kalbimi o yarattı sayılır.
Tam ona şekil vermek için her şey hazırdı ki karşıma bir adam dikildi. Eyleme çağırdı beni. Onların eyleminde daha güzel bir dünya vardı. Görkemli vaatler sunuluyordu insanlara. Eylemlerine katılacaktım. Korkumdan bahsettim adama yolda yürürken. Ona şekil vermek istediğimi söyledim. Adamın gözlerinden yaş süzüldü. Parktan geçiyorduk. Oturalım beş dakika…
Parkta adam kendi korkularından hiç söz açmadı ama durmaksızın ağladı. Rahatlayın dedikçe daha çok ağladı. Hiç soru sormadım. Kafam allak bulmak olmuştu. Eve dönmek ve korkumu şekillendirmek istiyordum. Kalbimin sağlam yanlarıyla düşünmeye çalıştım. Eyleme gidecektik. Daha güzel bir dünya…
Adama baktım. Çirkin fakat gerçekti. Güzel bir dünya diye çağırdığı yer bu park mı?
Kırgın bir kadındım ben. Aşka, adamlara ve kadınlara…
Güzel dünya! Bu parkta bizi gören olsa ne derdi düşüncesi aklımın ucundan geçmedi. Saat ilerliyordu.
Korkma ben varım dedim adama. Ağlamaktan içi kesilmişti. Su ister miydi?
Seni kandırmadım dedi adam. Biraz ileride eylem var. Sen git istersen ya da eve dön dedi. Geç oldu.
Ne aptaldı şu adam…
Sözüm ona beni düşünüyor.
Yanında kalacağım demek gelmedi içimden. Sustum. Dalgın dalgın etrafa baktım.
Çirkin ve aptal adam gitmiş bir süre sonra. Gitmeseydi demedim. Eve döndüm. Hızlı adımlarla ve hiç korkmadan. Güzel dünya!
Eve döndüğümde kalbimi kemiren korku bütün evi sarmıştı. Üf dedim. Sadece üf…Söndü.
Bu kadar kolay sönebildi demek ki dedi komşum.
Sen de dene dedim. Bir sigara yaktı. Kocasından şikayet edecekti ballandıra ballandıra. Hlainden anladım. Güzel dünya!
Üf diye sönmeyecek ne vardır ki?

9 Haziran 2010 Çarşamba

Türkiye’nin İlk Kadın Fotoğrafçısı Yıldız Moran



YILDIZ MORAN ASAF İLE TANIŞMASINI ANLATIYOR

Ülkemizin ilk eğitimli kadın fotoğraf sanatçılarından olan Yıldız Moran; yurtdışında eğitimi sırası ve sonrasında açtığı sergiler ile tanınır; Cambridge’de açtığı tek bir sergide bir günde 25 fotoğraf satmışken; ülkesinde çok sevilen ve beğenilen fotoğraflarından bir tanesini bile satamamıştır.

Fotoğrafçılıktan yeteri kadar para kazanamadığını görünce, yılbaşı kartları bastırıp satmaya karar verir. Bu kararı aldığı en önemli kararlardan biridir belki de. Çünkü Yıldız Moran, kartları bastırmak için gittiği matbaada hayatını değiştirecek insanla, Özdemir Asaf ile tanışır:

‘’ Yaşamımı sürdürmek için para kazanmam gerekliydi. Yılbaşı kartları yapıp satmak, para kazanmamı sağlayabilir diye düşündüm. Anlaştığım matbaa çok kötü basmıştı kartlarımı. Tam umutsuzluğa düşmüşken, bir arkadaşım Özdemir Asaf’ı önerdi: ‘Hem şairdir, hem de titiz ve güzel baskılar yapar’dedi. İş konuşmak için Özdemir Asaf’ın matbaasına gittim.
Tarihini de verebilirim:
4 Kasım 1954, saat 11:00
Kelimelerle dile getirmek zor. Duygulu, kibar, hiç görülmemiş ve bir daha göremeyeceğim bir insandı. Pırıl pırıl bir zeka, renkli, yepyeni, bambaşka bir dünyaydı o. Olağanüstü bir insandı kısacası…’’

Kaynak: ‘’Türkiye’nin İlk Kadın Fotoğrafçısı Yıldız Moran’’ Ses Dergisi, 25. sayı, 25 Haziran 1983

15 Nisan 1995 de dünyadan ayrılan Yıldız Moran Arun’u ve eşi Özdemir Asaf’ı bugün Aşiyan’da ziyaret etmek isterseniz şu şiir karşılar sizleri:

İkilem
Sevgi ise, sevişeceğiz seninle..
Kavga ise, dövüşeceğiz seninle..
Ölümü de paylaştığımız yaşamda
Ortaklaşa bölüşeceğiz seninle.
Özdemir Asaf

fotoğrafçı kadın olabilmek...




Fotoğrafçı kadın olabilmek...Fotoğrafı çekilen değil de fotoğrafı çeken kadın olabilmek ya da fotoğraf üzerine kafa yoran kadın olabilmek...Olabilmek: Barthes'ın punctum'u gibi değil mi? Yaralı, delip geçen bir süreç olabilmek de! Hele ki kadına yüklenen daha doğrusu biçilen rollerin onu ezip geçtiği bir yerde ve zamanda. Böyle bir yerde ve zamanda düşler kurup düşüne sahip çıkabilmek kadar değerli olan bir şeyler daha var. Olabilmek için onaya mı ihtiyacın var? Bu onayı verecek olanlar kimler? Neden sorularını arka arkaya sormaya başlarsan engellenirsin...

Evinde oturmadığın için suçlusun. Gezdiğin için suçlusun. Düşündüğün için suçlusun. Altından kalkabilecek misin? Neden altından kalkmak zorunda olalım ki? Umursamayalım...Umursamamakla çözülseydi keşke.Öyle bir yerde ve zamandayız ki olabilmek meselesi tehlikeli. Ev kadını ol! İş kadını ol! Ama sakın olanaklarının farkında olma...Olabilemezsin!

Fotoğraf makinemden utanmak istemiyorum. Kendimden utanmakla başladığım utanma yolculuğu bitsin istiyorum. Ben kadınım! Ben güzeli sorgulamaya çalışan bir kadınım. Dur orada arkadaşım demesinler bana. İçimdeki ses dur derse o daha da fena. Kırmızı ışıklar var sürekli. Tabular... Olabilmenin büyüsünü yaşamamıza engel tabularımız var. Fotoğraf makinemden utanmak istemiyorum. Siz o karenin içine girdiğinizde amacım sizi o kareye sığdıramamak aslında! Yaşanılan utanç dolu savaşlar, töre cinayetleri var. Amacım başarılı olmak olmamalı. Çünkü böyle bir dünyada yanılmak daha iyidir her zaman. Aklın çıkarlar peşinde koştuğu ve duyguların da ona ayak uydurduğu bu zamanda fotoğrafçı kadın olabilmek hem aklı hem de duyguları çıkardan uzaklaştırabilmek demek değil mi? Böyle bir dünyada yaşarken herkes isminizi duysa ve ne kadar başarılı deseler ne değişir ki sizin için? Oysa siz başka kadınlara olabilmeyi anlatabilirseniz çok şey değişmez mi?

Canla başla olabilmek…Sanatçı olabilmek. Olabilmenin farkında olmak…Tüm bunlar önemsiz görünebilir ilk başta. Yüzeysel bakarsanız önemsizdir. Derin düşüncelere dalmanız engellenecektir size doğal gibi gelen yapaylıklar tarafından. Siz engellenmelere rağmen canla başla olabiliyor musunuz? İç meselelerinizin içinde körelmeniz için o kadar çok zamanınız var mı? Kendime de soruyorum bu soruyu. İç meselelerin çözülmesi belki de sizin dışarı dediğiniz yere bakmanızla mümkündür ve bu dışa bakışı fotoğraf makinenizle yapabilirsiniz. Saygıyla dışarı baktığınızda iç meselelerinizin önemsizliğiyle karşılaşabilirsiniz ve bu sizin kendinizi kötü hissetmenize neden olabilir. Bu noktada dikkatli olalım.

Kitaplar okumadan, okuduklarınız üzerinde düşünmeden ve tartışmadan da bakabilirsiniz dışarıya ama bu noktada da tuzaklar var. Kitaplar ya da bir konu üzerinde bilgili olmak onu her açıdan tanıyabilmektir ve bu da önyargıyı ortadan kaldırır. Fotoğrafçıysanız meseleniz var demektir. Fotoğrafçı kadın olabilmek ise meselenizi derinlemesine ve duyarlılıkla ele alabilecek kadar cesur olmanız demektir. Bir konuyu derinlemesine ele almak için iç meselelerinizle yetinmemelisiniz. Yetinmemeliyiz.

Başka kadınlara olabilmeyi anlatmak istiyorsunuz ama bunu sadece sözcüklerle yapamazsınız. Eylemlerinizle ve eylemlerinizin ardındaki niyetle de ilgilidir bu. Çoğu zaman hayal kırıklığına uğramanıza rağmen olabilmenin tek başınalığı sizi sürekli rahatsız ediyorsa mücadele etmelisiniz. İçinizdeki bir ses sen elinden geleni yaptın diyecektir sürekli. O ses yanıltıcıdır. Çünkü bu yerde ve bu zamanda yapabileceklerinizin sonu yoktur.

yasemin şenyurt
2010 ankara

Aşkın ve acının heykeltraşı, Camille Claudel



mujdearslan yazdı:


15 Kasım 2009 Pazar
Aşkın ve acının heykeltraşı, Camille Claudel

Günlerdir rüyamda Camille Claudel'i görüyorum; taşla kavga ederken, Rodin'i izlerken, ağlarken... Günlerdir bilinçaltımda taşıyorum onu. Camille önce filmiyle, sonra biyografisiyle girdi dünyamıza, onu hep sevdim; bir erkeği sevebilecek kadar cesur olduğu için, erkeklere, yaşadığı zamana meydan okuduğu için, 30 yıl akıl hastanesinde yalnızlığı derinlerde yaşadığı için ve en çok da çektiği tüm acılara rağmen savaştığı için... O, kadınların hüzünlü yüzünün simgesi oldu. Camille'i bugünlerde tekrar izlemenin, okumanın, hatırlatmamızın nedeni ise, ünlü heykeltraş Rodin'in Emirgan'daki Sakıp Sabancı Müzesi'nde açılan sergisi... Trajik bir öykünün acı, öfke, ihanetle hatırlanan iki mutsuz kahramanı Rodin ve Claudel.
Rodin'in heykelleri yalnız gelmedi İstanbul'a. Aşkın sonsuzluğu böyle tanımlanabilir belki de; bir aradayken yitirilenin, ayrılık ve acı çekerken ölümsüzleşmesi. Tıpkı Claudel'in ve Rodin'in heykelleri gibi... İkisi de acıyı nakşetti taşlara. Rodin, taşın fazlasını atınca kalan olarak tanımladı heykeli, Camille Claudel ise çamurun ruhunu gördü.
Bir erkek, bir kadını asla var etmez; kadının varoluşu ancak kendi elindedir. Camille ve Rodin'in hikayesi bu önermeyi doğruluyor. Claudel, Rodin'in sevgilisi, Paul'un kızkardeşi değildi sadece, o sanatıyla yıllar sonra varolacak, düşüncelerinden taviz vermeyecek, sanatını, aşkı ve acıyı tutkuyla yaşamış sanatçı bir kadındı. Erkeklerin yaptığı bir sanat olarak bilinen heykel, bir kadının elinde acıya ve aşka dönüştü. Çağımızın Mikelanj'ı denilen Rodin'in öğrencisi, rakibiydi Camille. Mektuplarında her defasında Rodin'in onu ölümünden sonraki en büyük sanatçı olduğu için gözden uzak tuttuğunu söyledi. Ömrünün son 30 yılını her gün yalnızlığı biraz daha derinden hissederek ve Rodin'e öfkesini büyüterek bir akıl hastanesinde geçirdi. Deliliğin sınırlarını sorgulatıyor Camille'nin yaşadıkları... Yazdığı her kelimesi bir kurşun ağırlığındaki mektupları, ince bir zekanın ürünleri. Peki nasıl oldu da, akıl hastanesinde böylesine ölümüne tek edildi?
Sevgi ile nefretin ince sınırında, Rodin'i 'delicesine' sevdi Camille. O'nu bu kadar yıl, tüm bu acılar ve yalnızlık içinde yaşatan da içindeki bu hiç dinmeyen tutkusu oldu. Bu ilişkide bir tarafız; çünkü Rodin erkeği, egemeni temsil ediyor; ruhunu hırpaladığı, yaşamını altüst ettiği ise bir kadın. Kadınları seven ama asla dünyasına yaklaştırmayan Rodin'in sayısız kadını oldu. Ancak kendisinden yirmi dört yaş küçük bir heykeltıraş olan Camille Claudel'le yaşadıkları hiç unutulmadı. Bunun sebebiyse, bu trajik öyküden doğan ve iki heykeltraşın savaşına şahitlik eden heykeller...
Rodin, bir grup genç kadına heykel dersi vermeyi kabul ettiğinde karşılaşmışlardı. Camille daha 18 yaşındaydı. Biçimli kaşları, etli dudakları, iri yapılı yüz hatları ve melankoli taşıyan gözleriyle Camille, daha sonra Rodin'in birçok heykelinin de modeli oldu. Ve, uzun sürecek sarsıcı bir aşk başladı. Rodin, genç heykeltraşı asistanı olarak yanına aldı. Rodin'in heykellerinin bedenleri ve yüzleri öylesine gerçeğe benzerdi ki, 'modellerinin kalıplarını çıkartarak' yapmakla suçlanmıştı. Camille ise elleri ve ayakları yapmadaki ustalığıyla nam salmıştı. Rodin'in en ünlü heykellerinden biri olan 'öpüşmenin' bu aşktan doğduğu bile söylenir.
Rodin, yıllardır birlikte yaşadığı Rose'dan ayrılmaya yanaşmıyordu. Camille ise 'Senin tarzından fazla etkileniyorum, kendi tarzımı yaratmakta zorlanıyorum' diyerek, İngiltere'ye arkadaşlarının yanına kaçtı. Yanında hiçleşen, uzağında ise acı çeken bir kadın... Üretimlerinin dinamiğini oluştururken, bir o kadar acıtıcı bu hikayenin bir benzeri Sylvia Plath ile Ted Hughes; Frida Kahlo ile Diego Rivera ilişkisinde de görülüyor.
Rodin'den ayrılan Camille, aşklarının meyvesi olan heykelleri kırıyordu. Acılarla dolu bu büyük aşktan Rodin sanat tarihinin en erişilmez başarılarına doğru yürüdü. Camille ise bir akıl hastanesine doğru. Bir gün Camille'in şair olan kardeşi, ziyaretine geldi, yaşadığı evi, yığılmış çöpleri gördü, sürekli bir şeyler sayıklayan ablasını hastaneye yatırdı. Camille ölene kadar orada kaldı. Rodin'in heykellerini çaldığını söyledi.
Onun Rodin'den daha yetenekli bir heykeltıraş olduğunu söyleyenler çıktı. İkilinin hikayesi defalarca ve değişik biçimlerde anlatıldı. Rodin, defalarca genç sevgilisinin yüzünün heykelini yapmıştı. Daha sonra yaptığı kadın heykellerinin çoğunun ise yüzü gözükmüyordu.
Bu hikayenin diğer mağdur kadını da, Rodin ile yetmiş yedi yaşındayken evlenen, yıllarca hep aldatmasına rağmen hiçbir zaman ayrılmadığı ve hep sadık kalan Rose Beuret oldu. Rose, evliliklerinden bir ay sonra, 'Rodin'in karısı' olarak öldü. Bir tarafta asi, erkekle rekabet içinde bir kadın olan Camille, diğer tarafta sadık, adı hiçbir zaman 'Rodin'in karısı' sıfatının ötesine gitmeyecek olan Rose. Erkekler kadını var edemez, kendi kadınlarını yaratmak isterler. Camille'nin taşı yontulmayacak kadar sert olduğu için belki de Rodin Rose'u tercih etmişti.
Rodin de Rose'un ölümünden on ay sonra öldü. Camille ise onun ölümünden sonra yaklaşık otuz yıl daha akıl hastanesinde hayatını sürdürdü. Heykel yapmasına doktorlar izin vermedi. Ailesi hastaneden taburcu edilmesini istemedi. O ise bir ölüye kızarak ve heykellerinden uzak yaşadı.
Vals', 'Olgunluk Çağı', 'Kayıp Tanrı', 'Geveze Kadınlar', 'Sakuntala' gibi önemli yapıtlara imza atan Claudel, biraz kibirle ama hep sert yaşadı, oysa yaşamı yontabilirdi. Akıl hastanesinde, 'Bu kadar yalnız kalmak için ne yaptım ben?' diye soran Claudel, 19 Ekim 1943'te yaşama veda etti.
Günlerdir bir rüya görüyorum, akıl hastanesinde sandalyede oturan bir kadın.. Hiç gelmeyeceğini bildiği birini bekliyor.

Not: Bu yazı ilk kez Gündem gazetesinin kadın ekinde 2006 yılı Haziran ayında Rodin'in İstanbul'daki sergisi dolayısıyla yayınlandı.

http://mujdearslan.blogspot.com/2009/11/askn-ve-acnn-heykeltras-camille-claudel.html

SAPPHO ŞİİRLERİNDEN





MOR KÂKÜLLÜ, BAL GÜLÜŞLÜ SAFO” / Sappho

ONUNLA
Onunla tatlı tatlı fısıldaşırken
sevecenlikle gülümserken ona,
büyülersin tanrılaşan erkeğini
yüreğin paramparça dağılır oysa.

Nasıl da tutulur dilim bir bilsen
sesim kısılır, kulaklarım uğuldar,
hüzünle buğulanır gözlerim,
titremeye başlar terli bedenim,
yemyeşil kesilirim otlar gibi,
küçük ölümle yüzyüze gelirim.

Ama karşında böyle umarsız kalsam da
Cesaretle katlanmalıyım tüm acılara.

IŞILTILAR
Dolunaya dönüşüp parlayan ay
tüm yeryüzünü aydınlatınca
hemencecik gizler ışıklarını
çevresinde gezinen yıldızlar.

ARZU
Seni düşününce eriyip gidiyor yüreciğim.

SELAM YİRİNA!
Daha nice çok selamlar yollarım sana,
tek başıma yaşadığım yıllar kadar
senden çok uzakta

ÖLDÜĞÜN GÜN
Unutacak seni bütün dostların
çünkü nasibin olmadı hiç Perya gülünden;
ölüler de bakmayacak solgun yüzüne,
Hades’te de yapayalnız kalacaksın.

HİÇ SANMIYORUM
Gün ışığını bir daha görebileceğini
sencileyin bilge bir bakirenin.

ŞÖLEN
Şölen başladı, nektarlı şarabınla
çiçekler takınıp gel bana Kıbrıslı,
altın kadehlerde sun güzelliğini.

EN GÜZEL
En güzel şarkılarımı sunacağım bugün
en güzel körpecik sevgililerime.

SAPPHO
(Türkçesi : Gönül Gönensin)